Kurtuluş Balekoğlu'ndan senarist yönetmen Ayhan Sonyürek ile söyleşi
Kurtuluş Balekoğlu, senarist ve yönetmen Ayhan Sonyürek ile dizi sektörünün dünü ve bugününü konuştu.
Ayhan Sonyürek televizyon dünyasında efsane olmuş Süper Baba, Baba Evi, Aşkın Dağlarda Gezer, Kurşun Yarası, Hanımın Çiftliği, Karadağlar gibi pek çok dizinin ama asistan, ama yazar, ama yaratıcı kadrosunda yer almış bir isim.
Sektörde tabiri caizse çok kalem-kağıt, bilgisayar ve hatta belki tevellüt ortaya çıkacak ama daktilo eskitmiş, dirsek çürütmüş biri. Sektör anıları konuşmaya başladığımızda “biz tarih olmuşuz” diyebileceğimiz bir hazine...
Aslında Ayhan Sonyürek benim için daha da fazlası. Otuz yıllık dost, tam teçhizatlı yol arkadaşı, evliya sabırlı bir öğretmen, sınırsız “Ram” kapasiteli anı biriktirici, hikaye makinesi, her türlüsünden proje üretici, hayvansever, insansever... Kısaca Ayhan Sonyürek benim için bir koca yürek... Röportaj bahanesiyle buluşup bol keyifli bir sohbet günü geçirdik. Aktarabildiğim kadarıyla. Buyursunlar..
Sektöre başladığın yıllardan bugüne neler değişti?
Benim başladığım yıllarda yönetmen işin fazlaca sahibiydi. Tüm ekip ondan sorulurdu. “Cast”ı yapar. Mekanları o belirler, kurgusunu o yapardı. Tek plan onsuz bağlanmazdı. İşin her aşamasında başında dururdu. Müzisyenlere işaret yapar. Müzik nerede girecek nerede çıkacak belirlerdi. Baştan sona dünyayı yönetmen kurardı filmde. Yaratıcı anlamdaki hiçbir şey onsuz yapılmazdı. Zamanla hem sürelerin artması hem de yapımcı ve kanalların uyumlu diye tanımladıkları yönetmenlerle ve senaristlerle çalışmaya başlamasıyla durumlar bugün oldukça değişti.
Uyumlu derken?
Uyumludan kasıt aslında biraz da söz dinleyen... Senaristin ve yaratıcının en önemli özelliği, diğerlerinden ayırt edici özelliği; onun sivriliği, onun özgünlüğüdür. Bu sivrilik yönetilmeyi içermez. O çünkü kendi işinin sahibidir. Yönetmen yönetilemez. Senarist de yönetilemez. Fikir alabilir ama yönetilemez.
Zaman içerisinde sektörün üretim biçiminde kanallar söz sahibi olmaya başladı. Drama kurulları kurdular. Yapımcılar kurullar kurmaya başladı. Yapımdaki kişiler kurguyla çok fazla ilgilenmeye başladı. Yönetmenler işin yoğunluğundan kurguya gidemez oldular.
Eski yönetmenler dekupaj yapardı ve çektiği her şeyi kurguda nasıl kullanacağını bilirdi. Şimdi yönetmenler bunu yapamıyorlar. Diziler çok uzun. Kurguyu kendileri yapmadıkları için tedbir olarak sahne planlarını her açıdan, her ölçekten çekiyorlar. Ve dizilerin uzunluğundan kaynaklı olarak yönetmenler sette planları çekmekten kafalarını kaldıramaz hale geldiler.
Bu da yönetmenlerin anlamı kurguya bıraktığı ve orada da hakimiyetin yönetmende olmayıp yapımda olduğu ve giderek yapımdakilerin kurguya, casta, mekana, müziğe hakim olduğu bir sisteme dönüştü.
Senaryo kısmına bakınca neler oldu peki?
Orada da şöyle bir gelişme oldu. Senaristler öykü, tretman, diyalog yazarken yani senaryonun her aşamasında kontrol edilmeye başlandı. Ve hepsi bir ortak masaya yatırılıp yapımın, kanalın, birçok kişinin ortak kararı ile ortaya çıkan işler olmaya başladı. Ortak akılla yapılan işler de şuna yol açtı. Projelerdeki bütün sivrilikler törpülendi.
Çünkü inandırıcı olan yaratılan dünyada yaratıcı olur. Masada kuru kuru tartışıldığında özgün bir şey yapamazsın. Çünkü sivri bir fikre herkesin inanması mümkün değildir. Sivri olmayan şeylere herkes bir anda inanır. O yüzden akla uygun ama dokusu olan, özgünlüğü olan o kişiye ait olan çarpıcı olan, yaratıcı olan şeyler azaldı.
“Ortak akıl aptallıktır” diye bir söz vardır. Bunu sanat alanı için söyleyebiliriz. Çünkü herkesin fikrinin alındığı bir yerde sivrilik, özgünlük olmayacağı için birbirine benzeyen, sıradan işler ortaya çıkar.
Sivri fikirleri olan yaratıcılara ne oldu?
Özellikle genç senaristler çok söz dinlemeye başladılar. Eskiden kavga edilirdi. Fikir alırdı ama inanmadığı bir şeyi senaryosuna koymak istemezdi senaristler. Yeni senaristler bunu fazlaca önemsemiyorlar. İçine ne söylenirse koyuyorlar. Bu sefer iş başarılı olmadığı zaman ilk kovulan yine senaristler oluyor. Halbuki söyleneni yazmış ama söyleyen kendini kovmuyor.
Böyle olunca yaratım anlamında sektör kendi ayağına sıkmış oluyor. Bu sistem yaratıcıya alan tanımıyor.
Akira Kurosawa’nın bir sözü var. "İyi bir yönetmen, iyi bir senaryo ile bir başyapıt üretebilir. Fakat kötü bir senaryo ile çok iyi bir yönetmen bile iyi bir film yapamaz.” diyor.
Evet... Hep senaryo çok önemli senaryo çok önemli denir. Ama sonra bakarsın ne ekonomik olarak ne de yaklaşım olarak senariste o önem verilmez. Örneğin star bir oyuncu gibi muamele yapılmaz.
Senaristler eskiden kendi tarzlarını oluştururken ekip arkadaşlarını seçerlerdi. Şimdi yapım firmaları seçiyor. Birbirini tanımayan insanları bir araya getirerek ekipler oluşturuyor ve hadi çalışın diyorlar.
Bir de yönetmen senarist birlikteliği diye bir şey vardı mesela önceden. Birbirini anlayan kişiler birlikte çalışmak isterdi.
Bunu yapan yapımcılar oldu aslında. Örneğin Erol Avcı’nın başında olduğu “Tmc Yapım Şirketi” hep aynı senarist ve yaratıcılarla çalışarak tarzını oluşturmuştu. Damgasını vurmuştu bir dönem.
Bu işin ideali ne olmalı peki?
Senaristlere bir zaman verilmeli. Bu zamanı finanse edilmeli. O uzun vadede bütün çekilecek senaryolar bittikten sonra çekimler başlamalı. Planlamada çok geri bir ülkeyiz.
Hep yolda düzeltmeye çalışıyoruz. Yola çıkıyoruz. Senaryonun nereye gideceğini bilmiyoruz. Hikayelerin nereye gideceği konusunda kabaca fikirler var. Yolda da o kabaca fikirlere bile uyulmuyor. Çünkü orası iş yapmadı buradan devam edelim. Burası olmadı vazgeçelim.
Plansız programsız rastgele bir hale geldi. Evlerde şimdi otomatik süpürgeler var. Gidiyor duvara çarpıyor öbür tarafa dönüyor. Biraz bizim sektörde şu an bu durumda. Bir yerlere çarpıp çarpıp yön değiştiriyor.
Sektörde oldukça eskisin. Ekibinde bulunduğun yazdığın bazı işler efsane oldu ve hala internet ortamında en çok izlenenler arasında yer alıyor. Neden artık öyle diziler yapılamıyor?
Geçmişteki işlerin benzerleri olmasa da o tatlar kullanılıyor yine. Şöyle bir örnek vereyim. İkinci Bahar aslında eski bir Türk filminin yeni tadındaydı.
Münir Özkul ve Adile Naşit'in oynadığı iki dul kişinin evlenmesi ve onların çocuklarının tuvalet sırası beklediği filmden esinlenerek yapılmıştı. O da bir Amerikan filminin uyarlamasıdır.
İkinci Bahar'ın yenilik ve tazelik duygusu, anlatımıyla melodram havasından çıkılıp, tiplemelerin karakterlere dönüştürülmesi, insanlaştırılmasından kaynaklıydı. Aynı hikayeler yine olabilir. Ama günümüzün yaklaşımı ile olması lazım tabi...
O bahsettiğin efsane işler “Süper Baba” ve “İkinci Bahar” benim asistanlık dönemlerimdi. O dönemdeki işler arasında en iyileriydi. İnsanların hafızasında yer etti. Günümüzde orada anlatılan hikayeler izleyiciye biraz az geliyor.
Sürekli kavga, sürekli yüksek ses, en yüksek gerginlikler, en yüksek çatışmalar kullanıldı. Çıta o kadar çok yükseltildi ki o yumuşak insani hikayeleri seyirciye geçirmek zorlaştı. Aslında yönü biraz da seyirci belirliyor.
Daha sert ve daha yüksek hikayeler reyting aldığı için o tür işler devam ediyor. Ama bunun dışında yapım ve kanal cephesi de çok cesur değil. Yeni şeyler denemeye cesaret edemiyorlar.
Yıllar önce şöyle bir şey yazmıştın. Ben de sosyal medyada paylaşmıştım.
“Bir dizi tuttuğunda... Senarist: İyi yazdım dizi tuttu. Yönetmen: iyi çektim dizi tuttu. Oyuncu: Ben vardım dizi tuttu. Yapımcı: Bu işi biliyorum. Kanal: Proje seçerken hiç yanılmam. Seyirci: Çok ağladım.
Bir dizi yayından kaldırıldığında...
Senarist; yazdığımı çekmediler. Yönetmen; oyuncu kadrosu zayıftı. Oyuncu; yapımcı işe para yatırmadı. Yapımcı; kanal işin arkasında durmadı. Kanal; seyirci ilgi göstermedi. Seyirci; hikaye sıkıcıydı. Senarist; ben böyle seyircinin...” Bir dizinin tutup tutmaması nelere bağlı? Öngörülür bir şey mi bu?
Canım Ailem dizisinin öyküsüne katkıda bulunmuştum. Proje için kanaldan şöyle bir rapor gelmişti. “Mahalle dizisi artık tutmaz!..” Ama dizi tutmuştu. Bir şeyin tutup tutmayacağına, önden kesin şekilde karar veren kanal yöneticileri, yapımcılar oluyor.
Aslında gerçekten tecrübeli bir insanın “bu iş tutar mı?” diye sorduklarında şunu söylemesi lazım; “Ben çok tecrübeliyim... Bilmiyorum”. Biliyorum demek çok fazla kendine güvenden kaynaklı ama altı boş bir güven. Çünkü bu çok fazla değişkene bağlı ve tahmin edilmesi çok mümkün olmuyor.
Dizilerin hayatımızı etkilemesi, tercihlerimizi, tutumlarımızı şekillendirmesi konusu da çok tartışılıyor. Bu konuda neler düşünüyorsun?
İzlenen diziler günlük hayatta davranış ve konuşmalara yansıyabilir ama bunların derin izler bıraktığını düşünmüyorum. Kişinin alt yapısında şiddet eğilimi varsa izlediğinden bir parça etkilenebilir. Ama yoksa bir dizi izledi diye kişi değişmez.
Fazla ahlakçılığı da doğru bulmuyorum. Bu dünyada bu tür hikayeler yaşanıyorsa bunun örnekleri de hikayelere yansıyabilir. Şiddet konusuna gelince, örneğin kadına şiddeti tasvip eden bir anlatım varsa bu zararlı. Kahraman eliyle şiddet uygulanıyorsa ve seyirciye de kadın hak ediyor biçiminde geçiriliyorsa bu çok tehlikeli bir propaganda.
Ama cezası varsa, şiddet kötüdür, şiddetle bir yere varamazsınız önermesi varsa, seyirci olarak kadının yanında duruyorsak, şiddeti uygulayan hukuken yada film dili içinde bunun bedelini ödüyorsa olabilir.
Örneğin kadın adamı terk ediyorsa, hesabını sorduruyorsa olur. Bütün şiddete rağmen kadın hala boyun eğiyorsa, bu bir aşk gibi, şiddet aşkın bir parçası gibi, tutkuymuş gibi, pazarlanıyorsa bu ciddi bir tehlike.
Dizilerde kadınların genellikle itaatkar olması gerektiği vurgulanıyor. Söz hakkı isteyen kadın isyankar, terbiyesiz, hayırsız oluyor. Cinsiyet eşitsizliği yüksek dozlarda gösteriliyor.
Hatırlar mısın senle yazdığımız bir dizi vardı. Bir kadın eliyle erkeklere şiddet uygulatmıştık...
Hemen atlıyorum tabi. Hanımın çiftliği... Hiç unutur muyum? En severek yazdığım sahnelerdendi. İzleyicinin yağları erimişti...
Tabi o kadının da şiddetini savunmak anlamında değildi. Kadının iktidarı ele geçirdiğinde ve erkeğin zayıf olduğunda kadının da şiddet uygulayabileceğini gösterdik.
Erkek karşısında güçsüz kaldığından boyun eğiciydi kadın. Bu kez güçlü kadın karşısında o adamlar boyun eğdiler. Babası ve abisi. Orada şaşırtan bir şey vardı.
Dizi boyunca anneye ve kızına şiddet uyguluyordu baba ve ağabey. Bu sahneler hep vardı. Biz bunu yazdığımızda yapım cephesinden bize uyarı gelmişti.
Babaya, ağabeye el kalkar mı diye. Ama bölümler boyunca gösterildiği halde anneye el kalkar mı cümlesi hiç kurulmamıştı. Bir kanıksanmış durum vardı. Bizim sahnemizle beraber foya döküldü ortaya. Kadının şiddet gösterdiği sahnede çok tepki gördük.
Sahneyi merak edenler için; https://www.youtube.com/watch?v=2Ci-M3R6Evo
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.