Dikkat!!! Yazıda geçen karakterlerin, tüm konu ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür.
Evet şimdi tüm cezai, hukuksal, vicdani sorumluluklardan kurtulduysak başlayalım. Yalnız hayata yansımaları son derece gerçek ve tehlikeli olabiliyor onu da belirtmeden geçmeyelim...
Televizyonlardan ve gün geçtikçe artan dijital platformlardan dizi izlemek, film izlemek günlük hayatımızın doğal bir parçası artık. Onlarsız yapamıyoruz. Buraya kadar sorun yok. İnsanoğlu on binlerce hatta yüz binlerce yıldır, mağaralara yapılan resimlerle, mitler, halk hikâyeleri, destanlar, masallar, sözlü, yazılı, çizili biçimlerde hikayelerini, yaşam izlerini kuşaktan kuşağa aktarmışlar. Bizler de şimdi dijital dünyada, dijital imkanlarla hikayelerimizi yeni nesillere aktarıyoruz. Hem de şiddetli bir biçimde...
Genel izleyici kitlesi simgesini görüyoruz ve güzel bir hikaye izleme arzusuyla, gönül rahatlığıyla ailecek ekran başına geçiyoruz. Ama bir de ne görelim? Şiddet...
Hem de yüksek dozlarda şiddet görüyoruz.
Genel şiddet, kadına şiddet, cinsiyet eşitsizliği, silah, onlarca öldürme, sayılamayacak kadar kaba kuvvet, fiziksel darbe, çekme, itme, yaralama, bağırma, hakaret, aşağılama, küçük görme, onur kırma, yalvarma, ağlama... Artık hepimiz şiddetin bütün türleriyle tanışıp aşina olduk.
Diziler sevgililerine, eşlerine kendine ait bir eşya muamelesi çeken, hatta tüm aile bireylerine dünyayı zindan eden, illallah ettiren erkek karakterlerden geçilmiyor. Asıyorlar, kesiyorlar, işkence ediyorlar, tecavüz ediyorlar, kadın kaçırıyorlar. Ne yazık ki bütün bunları iyi karakterler eliyle de görüyoruz.
Ve bu vahşetin bir cezası yok. “Şiddet kötüdür”, “Şiddetle bir yere varamazsınız” gibi herhangi bir önerme? O da yok. Çünkü kan ve acının bir satış değeri var. Dolayısıyla şiddetin reklamı var. Ve dolayısıyla da şiddete özendirme var.
Şiddet içeren dizilerin toplumun her kesimini etki altına aldığını, davranış bozukluğuna yol açtığını ve şiddet kullanımına özendirdiğini gösteriyor araştırmalar. Şiddete başvurmak yada mağduru olmak gözümüzde, kulağımızda, kalbimizde normalleşiyor, meşrulaşıyor. Duygularımız dizilerin hızına yetişemiyor ve şiddete karşı duyarsızlaşıyoruz. Bu durum toplumsal huzurumuz üzerinde ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Tabi ki şiddetin tek sebebi diziler değil. Evet izleyip kimse katil olmuyor belki ama çok izlenen bu dizilerin saldırganlığı arttıran etkenlerin başında geldiği bilimsel bir gerçek. Birbirimize nasıl davranacağımızı dizilerden öğreniyoruz.
İmaj, düşünce ve değerlendirmelerimizi sevdiğimiz karakterlerden referans alıyoruz. Davranış biçimlerimizi, etkilendiğimiz karakterlerin yaptıkları, söyledikleri belirliyor. Ve çoğunlukla güçlü olmak için kötü olmalıyız önermesi ile kalkıyoruz ekranların başından.
Eğitim aileden başlıyor elbette. “Sen erkeksin yaparsın”, “Benim oğlum erkek adam”, “Erkeğin elinin kiri” diye yetişen erkekler kadınların kendilerinin egosu için yaratıldığını düşünen adamlara dönüşüyor. Erkek olsun, kız olsun eğer çocuklarımıza merhamet etmeyi, sevmeyi öğretemezsek geleceğe şiddet makinası hazırlamış oluyoruz.
Sevmeyi bizler de bilmiyoruz ki çocuklarımıza öğretelim. Egolar, nefsler kontrol edilemiyor. İnsan benliğinin otokontrol mekanizmaları zayıf ve bu kontrolleri sağlayacak maddi ve manevi eğitimler maalesef hiçbir kurum ve kuruluşta verilmiyor. Sağduyuyu sağlayacak eğitim almıyoruz.
Şiddete yönlendiren ortamları ortadan kaldırmak şöyle dursun besliyor, büyütüyoruz. Sonra da her gün medyada çıkan şiddet haberleriyle ah edip vah ediyoruz.
Necip Fazıl ne güzel demiş “Sen kaplanı yetiştir, besle! Sonra da pençe atıyor diye ipe çek”
Dizilerdeki kadınlara karşı genel tutum, kadınların erkekler karşısında zayıf ve değersiz olduğu algısını oluşturuyor. Ve tabi dizilerde gelenek diye anlatılan olaylarda kadınlar hep tahakküm altında. Kadın itaatkar olacak. Söz hakkı olmayacak. Söz hakkı istemeyecek. Söz hakkı isterse eğer; isyankar, hayırsız, terbiyesiz olmakla suçlanıyor.
Bizim geleneğimizde ayrımcılık yapmaksızın kamil insan yetiştirmek, cinsiyetlerin yaşamda birlikteliği, hak ve hukukta insan olması vardır. Bizim medeniyetimiz sevgi ve merhamet medeniyetidir.
Medeni bir dünya kurmak ve sürdürmek, şiddetin çözümü sadece kanunlarda, kolluk kuvvetlerinde, yargı ve yürütme organlarında değil. Normatif disiplinlerin devreye sokulması, manevi değerlerimizin itibarının teslim edilmesi gerek. Şiddet ancak merhametle, sevgiyle önlenebilir.
Nefret ve şiddet belki çağımızda arttı ama bu sadece bu çağın sorunu değildi. Çünkü insanın yaradılış sistemi ilk çağlardan beri hep aynı.
Nefretle sevgi Habil ile Kabil zamanında karşılaşmışlar. Kabil kardeşini öldürüp katil olmuş. Habil “Sen Allah’ın yolunu kabul etmedin” diyor Kabil’e...
“Şimdi beni öldürebilirsin ama ben seni yaralamak dahi istemem...” Habil’in kalbindeki sevgi kalbini öyle değiştirmiş ki en güzele dönüştürmüş. Nefreti kalbinden yok etmiş. Kendisini öldüreceği kesin olan kardeşine “Beni öldüreceksin diye elimi sana kaldıracak değilim” diyecek kadar sevmiş...
Yunus Emre’ye kulak verelim...
“Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek” diyor...
O da kalbe işaret ediyor. Elbette ki bu kalp temizliği benim kalbim temiz demekle mümkün olmuyor. Herkes nefsinde mevcut olan negatif duygularla çıkıyor yola. Kimi iyi bir insan olmak üzere başkalarının kusurlarını bulmak yerine kendi kusurlarını düzeltme ve nefsini temizleme mücadelesine giriyor. Kimi de nefretiyle azap içinde yaşayıp gidiyor.
Sevmek de bir çabanın sonucunda oluşuyor. Nefretin, kinin yerine sevgi, kibrin yerine tevazu, zulmün yerine adaleti koymak belli bir manevi eğitim sonucunda gerçekleşebiliyor.
Hacı Bektaş Veli’nin dizeleriyle sonlandıralım öyleyse... Hem belki gelenek diye anlatılan yanlışlıklara da bir ışık olur. Çünkü iyilik bir diziyle başlayabilir...
“Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakkın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlık eksiklik senin görüşlerinde”