Yıllar önce izlediğim bir Yeşilçam filminin finalinde genç erkek telli duvaklı karşısında duran müstakbel eşine “Dünyanın en güzel gelini mes’ut mu?” diye soruyordu.
Gelin dünyanın en mes’ut geliniydi elbette. Damat da öyle...
Ve biz izleyenler de gözlerimizden dökülmesine engel olamadığımız bir damla yaşla o mutlu sonlara, o güzelim aşklara inandık...
Eski Yeşilçam filmleri mutlaka yüreğimizin bir köşesine dokunurlardı. Eski diziler ummadığımız bir sahnede nefesimizi boğazımızda düğümleyiverirlerdi. O karakter biz olurduk. Bizi bizden daha iyi anlar, anlatır, hislerimize ortak olurlardı.
Bugün hemen herkes iç geçiriyor; “Nerede o eski filmler?”, “Ah o eski diziler”, “Nerede o eski aşklar?” Ne klişe, ne modası geçmiş sözler değil mi? Çünkü her şeyi olduğu gibi güzel duyguları da tükettik, o güzel sözlerin içi hep boş kaldı.
Peki o eski filmlerde, dizilerde olan kalbimizin derininde hissettiğimiz aşklar nerede şimdi? Aylarca sevdiğinden haber beklenilen o ölümüne sevdalar? Artık hiçbir hikayede hiçbir aşığa sevdiğine kavuşamayınca verem, yani “ince hastalık” teşhisi koymuyor doktorlar. Kimseler camda sevdiğini gözlemiyor. Kimsenin kalbi onu görünce güm güm atmıyor. Evlilik artık mutlu son değil. Yenilerde izlediğimiz bütün hikayeler acaba dışarıda neyi kaçırıyorum duygusunu aşılıyor bize.
Devlerin aşkları geçmişte kaldı. Sevgi emek değil artık. Dostlukların anlatıldığı, toplumsal dayanışmanın yüceltildiği, kahkahalarla güldüğümüz, ailecek utanmadan izlediğimiz, bizi sımsıcak saran, mutluluk veren o filmler, o diziler yok...
Pop ilişkiler, internet tanışmaları, uygulama aşkları var. “Fast food” yeniyor “fast love” yaşanıyor. Değerlerimiz değişti. İzleme alışkanlıklarımız değişti. Sadece birbirimize karşı değil, dizilere de 5 dakika fazladan bir şans vereyim gibi bir sabrımız, toleransımız kalmadı. Her şey çabucak olsun istiyoruz ve sonra hiçbir şeyin kıymetini bilmiyoruz.
Dizilerin biri bitiyor, biri başlıyor. O filmden bu diziye, o aşktan bu aşka, o insandan bu insana neyi aradığımızı bilmeden çılgınlar gibi koşuyor, çılgınlar gibi tüketiyoruz. Sadece maddeleri değil, ilişkileri, duyguları, aşkları tüketiyoruz. Aradığımızı bulmak şöyle dursun kendimiz de kayboluyoruz. Tüketirken kendimizi de tüketiyoruz.
Peki hepimiz bir taraftan o eski aşkları, o filmleri, o dizileri özlerken bir taraftan da nasıl yenik düşüyoruz bu yeni düzene? Tatminsizlik ve mutsuzluk girdabında neden kayboluyoruz gitgide?
Uğruna ölüm bile göze alınacak aşklar geçmiş çağlarda mı kaldı gerçekten? Tutkulu aşk öyküleri bunun için mi yazılamıyor artık? Ama şu bir gerçek ki hoşlanmak, sevmek, aşık olmak, hayran olmak yaradılış sistemimiz dahilinde ihtiyaç duyduğumuz kavramlar.
Yayınlandığı dönemde herkesi ekrana kilitleyen, Türkan Şoray ve Şener Şen’i buluşturan “İkinci Bahar” dizisi hâlâ internet üzerinden en çok izlenen diziler arasında. Kebapçı Ali Haydar ile Hanım’ın içimizi ısıtan sevdasını çok fazla özleyen var demek. Peki Süper Baba’da tek başına çocuklarını yetiştirmeye çalışan, Çengelköy’ün yardımsever Fikret’ini özlemeyen var mı? Yıllar sonra bile onun saf kalbiyle yaşadığı aşklarını yüzümüzde tebessümle hatırlıyoruz.
Ya Perihan Abla’ya aşık olan Şakir’in hikayesini? Dizinin sonuna kadar onu reddeden Perihan’dan vazgeçmeyi düşünmemişti bir an bile.
Bir Demet Tiyatro’da mahallenin maço ama kalbi naif delikanlısı Mükremin Çıtır’ın Asuman’a olan aşkını izlemiş olup da hasretle anmayan var mı? Mükremin’in kurduğu şu cümleyi sevdiğine kurabilecek bir delikanlı karakter çıkar mı mesela yine? “Sana karşı yüreğimde meydana gelen yer sarsıntılarını inkar edecek değilim. Sen benim his dünyamın ekvatoru sayılırsın. Merkezindesin yani…”
Böyle özgün senaryolardan fazla uyarlama diziler yapılıyor çoğunlukla günümüzde. Belki de yapılmışını, denenmişini yapmak daha garanti geliyor yapımcılara, televizyon kanallarına. Ama bir çoğu fazla ilerlemeden yayından kaldırılıyor ve unutulup gidiyor. Kimse hatırlamıyor bile. Biz artık eskisi gibi kendi geleneğimizi, kendi insanımızı anlatan, sıcacık diziler, kalbimizi yakan aşklar izlemek istiyoruz ekranlarımızda...