Sinema bir yolculuktur...
Ve yollar, bizi özgür hissettiren biricik mekanlardır. Aslında insan doğduğu günden itibaren bir yolda değil midir? Hayat yolu diyebileceğimiz bu yol, insana yeni keşifler sunar, yeniliklerle tanıştırır.
İşte her birimiz kendi macerasını yaşayan birer garip yolcu değil miyiz hayat denen bu yolda? Öyle ya yolculuklar sürprizlerle doludur. Daha önce bilmediğimiz ve belki hiç unutmayacağımız bir an, bir görüntü, bir duygu, bir iz bırakıverir içimizde. Her yolculuk farklı bir anlam, farklı bir his yaşatır bize. Tıpkı filmler gibi... Ve her film bir yolculuktur aslında...
Herkesin hayatında onu etkileyen bir film vardır mutlaka... Değiştiren dönüştüren... Ve tabi ki hiçbir dönüşüm bir yolculuk geçirmeden gerçekleşmez.
Şimdilerde sinema salonları kapalı…
Belki pandemiden önce bir kez bile sinemaya gitmiş olanlar kendilerini şanslı sayıyorlar... Belki de “Sinema salonları zaten bitmeye mahkumdu, teknolojinin gelişmesi sinemayı kolay ulaşılır hale getirdi hem de daha hızlı olması daha güzel” diye düşünüyorsunuz.
Evet belki istediğimiz filme istediğimiz an istediğimiz yerde ulaşabiliyoruz. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor. Hızlandırıyor. İşte hayatın bu hızlı akışına kendimizi kaptırmış gidiyorken, yaşam yolculuğumuzda teknolojiye bağımlı hale gelmişken, kazandığımız hızın yanında kaybettiklerimiz belki de çok daha fazla...
Belki bazılarına romantik gelecek ama sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden olan Martin Scorsese ustanın şu sözünü iliştirmek istiyorum şuraya. “Eğer benim filmlerimden birini izlemek isterseniz tavsiyem şudur; lütfen telefondan izlemeyin” demiş.
Acaba gelişen dünyada bu hızlı yaşam ve tüketim bizleri birçok duygudan, düşünceden ve özellikle de kendimizden uzaklaştırıyor olabilir mi? Derin yolculuklardan alıkoyarak, düşünme yetimizi kaybettiriyor olabilir mi?
Tabi artık şartlar değişti. Filmlerini beyazperdeye çıkaramayan büyük film yapımcıları da pandemi sebebiyle çözümleri farklı yollarda arıyor. Örneğin Warner Bros. pandemi sebebiyle milyonlarca dolarlık bütçeli filmlerini çevrimiçi yayın platformuna taşıyacağını duyurmuştu. Bu durum sinemayı bitirecek mi bilinmez ama pek çok sinema salonu kapandı, kapanmaya devam edecek gibi görünüyor.
Bizim jenerasyon için sinemaya gitmek neredeyse kutsal bir hadiseydi. “Hadi bir şey yapalım” dediğimizde ilk tercihimiz her zaman sinemaya gitmek olurdu. Filmlerin büyüsüne kaptırır, yıldızlarla bütünleşir, hayatın gerçeklerinden uzaklaşırdık.
Beyaz perdede anlatılanlara inanır, kendimizi kaptırır, düşler kurardık. Filmin bittiğini ancak ışıklar yandığı zaman anlar ve kendimize o zaman gelirdik. Hele bir de çok iyi bir filmden çıkmışsak filmin bizi saran sihirli atmosferi içinde yaşardık bir süreliğine, hatta etrafa bakışımız bile değişirdi. Sinema bizi özgür hissettiren bir aktiviteydi. Sinema salonlarında ışıklar kararınca çıktığımız her yolculuk bizim için bir keşifti.
Bizim için artık neredeyse nostaljik birer mekana dönüşen sinemaları çok özledik.
Sinema salonu atmosferinde film izlemeyi çok özledik. Heyecanla vizyona girmesini beklediğimiz filmleri, sinemadan çıkınca havanın kararmış olmasının verdiği o garip hüznü, ama daha gecenin yeni başlıyor olmasının verdiği coşkuyu çok özledik.
Bizler bahtlıyız ki; sinema tarihinin bazı güzel yıllarını da yaşadık. Örneğin 1995 yılında Pulp Fiction, Forest Gump gibi filmleri sinemada izledik. Sonra 2000 yılında Fight Club, Six Sense, Matrix gibi filmlerin gösterime girmesini bekledik ve ilk vizyon günü koşarak gittik sinemaya...
Ve yine sinema tarihindeki en iyi yol filmlerinden birisi olan, hikayesinin merkezinde kadın dayanışması olan “Thelma & Louise” filmini 1991 senesinde, üniversite yıllarımızda, Eskişehir’de Kılıçoğlu sinemasında izlemiştik ev arkadaşımla. Bizi çok etkilemişti. İki genç kadın olarak, birbirimize destek olmak, kötüye karşı güç birliği yapmak ve kadın dayanışması için güçlenmiş olarak çıkmıştık sinema salonundan...
O güne kadar izlediğimiz tüm Hollywood filmleri kadınların erkekler olmadan eksik olduğu inancını yayarken Thelma ve Louise bir direniş gibi çıkmıştı karşımıza.
Filme adını veren iki kadın karakterin, bunaltıcı hayatlarına bir mola vermek üzere arabaya atlayarak başladıkları yolculuk, zincirleme olarak birbirine eklenen olaylarla bir “kanundan kaçış” hikayesine dönüşüyordu.
Yolculukları Thelma ve Louise’in kimliklerini yeniden kurarken biz de onların dönüşümüne şahit olup onlarla birlikte yollara savrulmuş, onların yaptığı yolculuğun bir parçası haline gelmiştik.
Sonraları film, Thelma ve Louise’in var olduklarını hissetmek için çıktıkları bu maceralı yolculuk, sinema dünyasında her zaman “erkek egemenliğinin kadınlar üzerinde yarattığı baskıya kadınların verdiği tepkinin hikayesi” olarak değerlendirildi. Kadın özgürlüğünün sinemasal sembolü haline geldi.
Filme duygusal katılım sonrasında ortaya çıkan rahatlamaya Aristoteles katarsis demiş. Yani günlük hayatta yüzleşemediğimiz sorunlarla karşı karşıya gelerek duygusal bir boşalma sağlıyor film izlemek.
Thelma ve Louise için biraz fazlası söz konusu olmuş olacak ki film gösterime girdikten sonra Amerika’da kadınların gerçekleştirdiği silahlı soygunlar artmış. Ve bu vakalar tarihe Thelma ve Louise vakaları olarak geçmiş.
İşte Sinema böyle bir macera. Diğer popüler eğlence biçimlerinden farklılaşıyor. Bize yoğun bir duygusal katılım sunuyor.
Ne demiştik?.. Her film bir yolculuktur... Öyle ya yola çıkmak gündelik ve olağan olan hayatı terk etmek, bir yeniliğe, bir bilinmeyene doğru gitmek değil mi? Bazen bir macera, bir serüven duygusunu da içermiyor mu yola çıkmak? Evet her film bir yolculuktur. O zaman herkes için “nice yolculuklara!” diyerek noktalayalım bu maceramızı da…