Sosyal hayatlarımızın neredeyse sıfırlandığı günlerdeyiz. Sinema yok. Tiyatro yok. Konser yok. Arkadaş buluşması yok. Kafede oturmak yok. Elimizde ne var? Televizyon dizileri... Peki elimizdeki bu dizilerde neler var?
Sadakatsizler, yalancılar, ahlak yoksunu karakterler, bir erkekte aradığı tek nitelik para olan kadınlar, çok eşliliğin dibine vurmuş erkekler, parayla satılan onur, yerlere çalınan gurur... Çarpık ilişkiler...Yaman çelişkiler...
"Hayatın içinde var bunlar” mottosuyla yola çıkıp sapkın fikirlerin damarlarımıza zerk edildiği, ve ilkesiz ve inançsız yaşantıların normalleştirildiği, meşrulaştırıldığı diziler, zehirli sarmaşıklar gibi televizyon ekranlarımızı sarmış durumdalar.
Ülke olarak bugünlerde en çok da sadakatsizliğe maruz kalıyoruz. Sadakatsiz dizilerin ardı arkası kesilmiyor. Bu furyada çığırından çıkmak istemeyenler de kaçacak yer bulamıyor. Nereye dönse bir sadakatsize tutuluyor.
Oysa ki sadakat ahlâkî erdemlerin temelidir. Sözlerimizde, düşüncelerimizde, niyetimizde, inancımızda ve davranışlarımızda doğruluğu içerisine alan geniş anlam çerçevesinde bir kavram; Sadakat...
İnsanın sadakati, bir inancın ve kararlılığın sonucudur. Kalbin yöneldiği şeyde kararlı olması, istikametini değiştirmemesi, gerçek sadakatin alâmetidir. Sadece kadın erkek ilişkilerinin değil, çevremizle de huzurlu ve uyumlu ilişkiler kurulabilmemizin şartıdır. Doğru söylemek, doğru davranmak, doğruluk, sosyal bütünleşmeyi sağlayan en önemli ahlâkî erdemlerdendir.
Peki bugün artık kutsal aile kavramının kökü mü kurudu? Biz bir milletin yükselişi önce aile muhabbetine bağlıdır diye öğrenmiştik. Doğruluğun, dürüstlüğün evrensel değerler olduğunu ve etrafında herkesin birleştiğini düşünürdük. İyi insan deyince akla dürüst olduğu bilinen insanlar gelirdi. Doğruluk büyük bir şahsiyetin en önemli vasfıydı bize göre ve her insanın muhtaç olduğu bir nitelikti.
Ne oldu şimdi? Çağ değişti. Toplum değişti. Öyle mi? Yüksek değerler, çağdan çağa, toplumdan topluma değişikliğe uğrar mı? Doğruluk, dürüstlük, sözünde durmak kavramları hangi çağa, nereye gidersen git aynı anlamı taşımaz mı? Bu kavramlar övgüye layık görülmekten, iyi ve güzel olarak kabul edilmekten ne zaman çıktı?
Semavi dinler ve bütün öğretiler doğruluğun birlikte yaşanmasının sinerjik bir işlev gördüğüne dikkat çekerler. Doğrularla iletişim ve etkileşim içerisinde bulunmanın insanı, doğruluğu karakter edinmeye yönelteceğine vurgu yaparlar.
Doğruluk eğitimi almanın en doğal yolunun doğrulardan meydana gelen bir topluluk oluşturmak ve böyle bir topluluğun içerisinde yer almak olduğunu işaret ederler.
Sosyal etkileşimin olduğu ortamda doğal olarak, model alma, özdeşleşme gibi öğrenme mekanizmaları devreye giriyor. Doğruluk alışkanlığı bu şekilde kazanılacak. İnsan beraber olduğu kimselerin huyundan kaparmış. İnsanın kendisini yalancılıktan koruyabilmesinin en iyi ve kestirme yolu sadık, dürüst insanlarla beraber olması değil mi? Çevrenin insan davranışları üzerinde önemli bir etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçek.
Şu an sosyal hayatımızın ve çevremizin televizyon dizilerinden ibaret olduğunu ve en çok beraber olduğumuz kişilerin bu dizilerdeki karakterler olduğunu düşünürsek durumumuzun vehametini varın siz düşünün.
Bu sadakatsiz dizileri yapan, yazan, yayınlayan, medya gücünü elinde tutanların maalesef reytinge oynamak haricinde bir önermesi olamıyor. Reyting uğruna erdemsizlik sakıncası olmayan bir kavram gibi servis ediliyor. Ne yazık ki kavganın, her türlü şiddetin, sadakatsizliğin reytingi yüksek çıkıyor. Reyting belası hepimizi girdabına almış, hızla dibe doğru çekiyor. 150- 160 dakikalık bitmeyen dizilerde baştan sona gerginiz. Feryat bizim, figan bizim, kavga kıyamet bizim... Reyting belasına gardaş çektiğimiz gam bizim...
Pandemi ile evlere kapandığımız bu günlerde sağlıklı kalmak için mücadele verirken, akıl ve fikir sağlığımızı korumamız daha büyük bir mücadele gerektiriyor. İki gözümün mücadele çiçeği canım ülkemin güzel kalpli insanları için medya acilen bir tedavi süreci başlatmalı. Acilen bu kirli dilini değiştirmeli. Toplumun tedavisinde medyanın katkısının ne kadar büyük olduğunu söylemeye gerek yok sanırım...
Bir sektör çalışanı olarak toplumu şekillendirmede etkisi olan bu büyük gücü elinde tutan bizlerin şapkayı önümüze koyup düşünme zamanımız geldi de geçiyor diye düşünüyorum.
Tabi ki sektör standartlarının baştan aşağı yeniden düzenlenmesi gerekiyor öncelikle. Örneğin ilkeli oyunculuk diye bir şey var. Ben inandığım etik değerlere ters gelen bu karakteri oynamam diyebilse oyuncularımız. Senaristler yazmam, yönetmenler çekmem diyebilse... Keşke böyle haklı bir lüksümüz olabilse. Ama ne yazık ki yok.
Sektör zorlu. Çalışma şartları ağır. Güvence yok. Uyumadan, repo yapmadan 20 saatlere varıyor çalışmalar. İş güvenliği konusunda sıkıntılar çok. Kısacası ağır şartlarda hayatta kalmak için çalışmak zorunda tüm sektör çalışanları. İş olsun da ne olursa olsun demek zorunda bırakılıyorlar. Sektörde rekabetin de herhangi bir kuralı yok. Ve yapımcılar da ben böyle yanlış yönlendirmesi olan bir işe yönelmem diyemiyorlar bu sebeple...
Hobbit Beklenmedik yolculuk filminde Thorin “Sadakat, onur, içten, samimi bir kalp, daha fazla ne isteyebilirim” diyordu. Ah Thorin! Gerçekten bunu bulsa bir fani, Allah’ından başka ne ister ki? Ama öyle görünüyor ki; gün geçtikçe sadık kalpler olmaktan, sadıklarla karşılaşmaktan gitgide uzaklaşıyoruz.
"İnsana sadakat yaraşır, görse de ikrah... Yardımcısıdır doğruların, Hazret-i Allah!..” Ziya Paşa’nın bu sözüne de yer vererek diyorum ki dokuz köyden kovulsak da doğruluğun yanında olmaya söz veren bir avuç insan olarak Allah’a sığınmaktan başka çaremiz kalmamıştır.
Ve ne olursunuz ey gücü elinde bulunduranlar! Bir şeyler yapın! Kalbinizin sesini dinleyin mesela. Ve durdurun artık yabancı dizileri uyarlayıp servis ettiğiniz sapkın hayatlarla toplumumuzu şekillendirmeyi...
Son olarak şu dizelerle haftaya görüşmek üzere veda ediyorum.
Lost Lost diye nicesine sarıldım...
Benim sadık yârim Kara Murat’tır...