“Eski aşklar bir başkaymış”
“Eski zamanlarda her şey daha anlamlıymış”
“18. Yüzyılda yaşasaydım kesin daha mutlu olurdum”
“Ben bu çağın insanı değilim. Dünyaya geç gelmişim”
“1920’lerin Paris’ine ne kadar da yakışırdım, şehrin en güzel en görkemli zamanlarına...”
Tanıdık geliyor mu bu cümleler? Herhalde en azından hepimizin aklından bir kere de olsa bu tarz düşüncelerin geçmişliği vardır.
Tarihe dayalı dönem hikayelerini izlemeyi pek çoğumuz çok seviyoruz. Tarihe damga vuran olaylar, karakterler, bazen de fantastik ve gizemli hikayeler sık sık filmlerde ve dizilerde karşımıza çıkıyor. Sanat değeri de oldukça yüksek olan bu yapımlar her zaman fazlaca dikkat çekiyor ve dünya genelinde ilgi görüyorlar. Her yıl bu alanda önemli yapımlar ortaya çıkıyor ve başarılı ödüllere layık görülüyorlar.
Aşk, ihtiras, entrika, taht savaşlarıyla, kostümleri, diyalogları, buram buram tarih kokan mekanları, dekorlarıyla ve yaşamsal döngüleriyle yaşadığımız zamanı unutturup bizi bambaşka zamanlara götürür dönem filmleri. Anlatılan dönemin içine girerken dünyayı, geleceği ve insanlığı daha mı iyi anlamaya başlarız yoksa nostaljinin cazibesine mi kapılır gideriz bilmiyorum. Ama şu var ki tarihe, geçmişe tutku duyanlar, zaman yolculuğu meraklıları için dönem filmleri her zaman vazgeçilmez olmuştur.
Peki nedir bize eskiyi bu kadar cazip kılan? Neden severiz nostaljiyi?
Geçmişteki yaşamlar her zaman gizemli ve cazip görünür bize. O devirde yaşamış insanların gördüklerini görebilme, hissettiklerini hissedebilmenin bir çekiciliği vardır. O filmleri izlerken o eski giysiler, bir müzede veya fotoğrafta olduğu gibi, değildir artık. Hareket ederler, duyguları vardır. Kullanılan aletler, silahlar, mobilyalar, kitap sayfalarında çoğaltılan görüntü veya imaj öğeleri değildir artık. İnsanların kullandıkları, kimliklerini, hayatlarını ve kaderlerini tanımlamaya yardımcı olan nesnelerdir.
Bir bilim adamı olan Johannes Hoffer tarafından adı koyulan nostalji, bir rahatsızlık olarak kabul ediliyor. Hoffer nostaljiyi “Özünde şeytani sebepler bulunan nörolojik bir hastalık” olarak tanımlamış. Bu durumda aslında nostalji bir tür depresyon veya ruhsal bir rahatsızlık.
Evet başlangıçta bir tıp terimi olarak kullanılmış. Daha sonra hemen hemen her insanın nostaljik duygular yaşadığı, bunu bazı insanların daha yoğun bazılarının daha düşük yoğunlukta yaşadığı tespit edilmiş.
İlk etkileri birinci ve ikinci dünya savaşlarında memleketlerinden uzaktaki cephelerde savaşan askerlerde gözlemlenmiş. Hatta o dönemki teorilerden bir tanesi şöyle; "memleketinden farklı rakımlarda cepheye yollanan insanlar rakım farkından dolayı kan basıncında düşüş veya yükseliş yaşıyor ve nostalji hissi bundan dolayı oluşuyor "
Nostalji, ütopik bir zamanın sığınak olarak seçildiği ve şimdinin acılarından kaçmak için geçmiş zamanın mitleştirildiği bir özleme işaret ediyor. Yani nostalji rüzgarına kapıldıysanız geçmişi mitleştiriyor, mevcut zamanı inkâr ediyor ve romantik bir tavırla maziye tutunuyorsunuz demektir.
Bu eski zamanların günümüzden daha güzel olduğunu sanma yanılsamasına verilen isimse “Altın Çağ Safsatası”. Biraz daha açmak gerekirse altın çağ safsatası, günümüzdeki kötülüklere ve negatif olaylara odaklanmak, eski günlerinse sadece iyi yanlarını görüp kötü yanlarını hesaba katmamak, bunun sonucunda da eski günlerin günümüzden daha güzel olduğunu, dünyadaki durumun gitgide kötüye gittiğini düşünmek demektir.
Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filmini izleyenler altın çağ safsatası hakkında az da olsa bilgi sahibi olabilirler. Filmde günümüz toplumunda içinde yaşadığı zaman ve mekânla ilgili sorunlar yaşayan bir karakterin geçmişe tutunma isteği anlatılıyor.
Filmde Amerikalı bir yazar Paris’e gider ve şehrin en güzel dönemi olduğunu düşündüğü 1920’lerin Paris’ine gitme şansını elde eder. Orada bir kadınla tanışır ve daha sonra o kadının da kendinden önceki bir dönemin, Paris’in en güzel dönemi olduğunu düşündüğünü ve kendi yaşadığı dönemi güzel bulmadığını öğrenir. Yazar için Paris’in “altın çağı” olan dönem, o çağın insanı için sıkıcı bir dönemdir. Bunu öğrenen yazarımız tanıştığı bu kadınla birlikte onun beğendiği döneme gider ve ikisi, o dönemde yaşayan bir grup insanla zaman geçirir. Yazar, o insanların da yaşadıkları dönemi beğenmediklerini ve onların da daha önceki bir dönemin, Paris’in en güzel dönemi olduğunu düşündüklerini öğrenir.
Allen da kahramanı Gil’i mitleştirdiği zamana götürüp hayran olduğu isimlerle bir araya getirerek ‘altın çağ safsatısı’nı anlamasına yardımcı olur. Çıktığı yolculuk ve hayranı olduğu karakterlerle tanışan Gil, gerçek sorunun şimdiki zaman ve hayatındakilerle ilgili olduğunu fark eder ve filmin sonunda inkâr ettikleri ile yüzleşir.
Aslında bu, yeni bir şey değil. Her çağda yaşamış olan insanların hissettiği bir duygu. Antik Atinalılar da kendilerinden önce bir altın çağın yaşandığını, bu altın çağdan sonra bir gerilemeye girildiğini ve kendi dönemlerinin, geçmiş dönemlerden daha kötü olduğunu düşünüyorlarmış.
Demek oluyor ki sorun yaşadığımız zamanda veya mekanda değil kendimizde... Yapmamız gereken geçmiş bir zamanı idealize edip ütopik bir geçmişe sığınmak yerine geçmişin güzel anılarını hafızamızda taşıyarak, şimdiki zamanı şekillendirmek, gerçek duyguların farkına vararak anı yaşamaya başlamak... Öyle değil mi?