Racon kesme, kabadayılık, insan kaçırmak, insan öldürmek, kardeşin kardeşi vurması, başkasının karısına kızına göz dikmek, on kadından birden çocuk yapmak, mekan basmak, zorla senet imzalatmak, tetikçiler, şarjörler, patlayan silahlar, havada uçuşan kanlar, mermilerle dans edenler...
Şiddet batağına batmış erkeklerle dolu diziler hiçbir zaman televizyon ekranlarımızı terk etmiyor. Yıllardır her dönemde mutlaka birine denk geliyoruz. Sıkı şekilde takip ediyor, reyting listelerinde en üst sıralardan indirmiyoruz. Ve o dizilerin kahramanlarını popülerliğin zirvesine çıkartıyoruz.
Üzerinden seneler geçmesine rağmen hala konuşulan, benzerlerini izlemeye ısrar ve hasretle devam ettiğimiz bu diziler furyasına kapılmadan duramıyoruz.
“Kurtlar Vadisi” dizisi bir zamanlar perşembe akşamları sokakları boşaltan bir diziydi. Onun gibisi gelmedi ama benzerlerinin arkası hiç kesilmedi. Poyraz Karayel, Ezel, Karadayı, Behzat Ç. gibi diziler de ülkemizde çok rağbet gördü. Şu anda da Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz ve Çukur yayınlandıkları günlerin en çok izlenenleri arasında.
Bu mafyatik diziler, suç dramaları hayatımızın ortasına nur topu gibi efsaneler, kahramanlar doğuruyor. İzleyiciler olarak bizler idealleştirilen bu karakterleri gerçek kişiler olarak algılıyor ve kabul ediyoruz.
Dizilerin, izleyenlerin gerçeklik algısını derinden değiştirdiği çeşitli araştırmalarla sabit. Yani hayranlıkla takip ettiğimiz diziler gerçek olanla kurmaca olan arasında bir karmaşa yaşamamıza sebep oluyor. Gerçeklik parçaları televizyonda izlediğimiz kurmaca dünya içinde eriyor.
Yayınlanan her şey ama her şey aslında altında bir mesaj içeriyor ve algımıza bir bilgi iletiyor. Gerçek ya da yalan, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü...
Haberiniz olsun izlediklerinizle bünyenizdeki alıcıların ayarlarıyla, gerçeklik algılarınızla oynanıyor.
Yani daha da ileri gidecek olursak ekranda gördüklerimiz yarattıkları kurgusal dünya ile bizi içine çekip, tüm düşlerimizi, yaşamlarımızı, devrimlerimizi, isyanlarımızı ellerimizden alarak onları yeniden anlamlandırıyor ve yeniden kodlayarak bize istedikleri şekilde geri veriyor.
Peki bu ideolojik yönlendirmelere karşı bilinçli miyiz? İletilere karşı duyarlı mıyız? İzlediklerimize müzakereci okuma yapabiliyor muyuz?
Neyse bu mesele derin mesele ve ayrı bir oturum konusu. Biz dönelim dizilerde idealize edilen erkeklik hallerine...
Bahsettiğimiz bu dizilerde erkek ve erkeklik genellikle güç, iktidar, sertlik, zorluk ve şiddetle tanımlanıyor. Onları takip ettikçe erkek kahramanların yanlış ve kötü hareketleri bize normal ve etkileyici gelmeye başlıyor. İnsanoğlu bu. Gücün peşinden gitme eğiliminde. Gücü sevme kişilik özelliğimizde var.
Zamanında “Kurtlar Vadisi” beylerine özenenlerin sayısı az değildi. Kılık kıyafetler, konuşmalar, raconlar... Behzat Ç. gibi küfür etmeyi, argo kelimeler kullanmayı, ağzı bozuk olmayı, dağınıklığı ve içki içmeyi prestijli bir kimlik özelliği olarak görme...
Tasvir edilen acımasız ve sert dünyada bu erkekler erkekliklerini tanımlamak için şiddeti bir araç olarak kullanırken kadınlar o erkeklerin arzu nesnesi ya da gösterdiği şiddetin kurbanı oluyor. Ve yahut erkeğin gölgesinde olmak suretiyle şeytanlaşmış veya iffetsizleşmiş kadınlar olarak gösteriliyor.
Testosteron hormonu tavan yapıyor. Ve kadınlar gücü temsil eden, sivri dilli, saldırgan, tahammülsüz erkekleri sever hale geliyor, onlardan hoşlanmaya başlıyor. Onları romantik hayallerinin kahramanları olarak görüyor.
Quentin Tarantino’nun senaryosunu yazdığı “True Romance” filminde erkek sevdiği kız için adam öldürdükten sonra eve dönüyor. Kıza bunu anlatıyor. Kızsa gözyaşları içinde sevgilisine bu yaptığının çok romantik olduğunu söylüyordu.
Tabi gerçek hayata dönünce yani pratikte konu film ya da dizi romantizmiyle işlemiyor. Öldüresiye aşklar, dövesiye sevdalar yaşanıyor. Ve yaşayanların bu hiç de hoşuna gitmiyor. Sonrasını zaten gazetelerde okuyoruz. Haberlerde görüyoruz. Hep birlikte kadına şiddete ve kadın cinayetlerine lanet okuyoruz. Yani romantizm anlayışımız “True Romance” filmindeki romantizm anlayışına doğru değil “biri mezara diğeri hapse” şeklinde evriliyor.
Tanımlanan bu erkeklik biçimleri, hangi niteliklere sahip olması gerektiği, aslında erkeği baskı altına alan, ona fazla sorumluluk yükleyen bir form. Ve akabinde ve detayında kadını olduğu kadar erkeğin özgürlüğünü de kısıtlıyor.
Erkeğe ilişkin tutum ve beklentiler ataerkil kültür içinde şekillenince erkek egemen bir toplum yapısı ve kadın çıkarlarının erkek çıkarlarına tabi kılındığı güç yaşantımıza bize hakim oluyor.
Velhasıl erkek olmak karmaşık bir olgu. Tarihsel. Toplumsal. Geleneksel. Ve sonuç olarak rol model olarak sunulan kahramanlarımız ataerkil kültürden psikolojik yara almış, iç çatışmalarıyla, hayal kırıklıklarıyla hemhal trajedisi büyük erkekler olarak karşımıza çıkıyorlar. Öyle görünüyor ki uzun yıllar çıkmaya da devam edecekler.
Bu vesileyle 8 Mart Dünya Kadınlar gününü kutluyor ve buradan çevremizdeki erkek kahramanlara sesleniyorum.
Eyyy racon erkekleri! Her sorun sizin sandığınız gibi topla tüfekle silahla kürekle çözülmüyor. Çok kavga etmek istiyorsanız kendi nefsinizle kavga edin. Çok adam dövmek istiyorsanız kendi nefsinizi dövün. Zira dünyadaki en büyük savaş nefse karşı yapılan savaş... Dünyadaki en büyük zafer nefse karşı kazanılan zaferdir.