Kar, kış, kıyamet de deseniz takvimler 1 Ocak tarihini gösterdiği andan itibaren burnuma hafiften gelmeye başlar yeşil eriğin kokusu. Daha büyük ikramiye mi amorti mi çıktı sorusunun cevabını bile almadan bahar gelmiş havasına girerim yılın ilk günü ile birlikte. Kar da yağsa altından yeşili, çiçeği görmeye çalışır gözlerim. Akşam olduğunda havanın daha geç karardığını gördükçe içimi sevinç kaplar. Kar tüm yolları kapatmışken, gözün gördüğü her yerde kar varken baharın kokusunu alabiliyorsanız ne mutlu size. . Baharı görmeye, uzun günlerin tadını çıkarmaya sayılı günler kaldı. Uzaktan da olsa geliyor artık baharın kokusu.
Karlar altındaki İstanbul’u yazmak, çileli de olsa “İstanbul’da Kış’ı” yazmak istedim. Yeni yılın ilk günlerinde yaşadığım sevinci paylaşmak istedim. Ama takıldım, olmadı. Yazamadım.
Nefes filmindeki Mete Yüzbaşı’nın eşine yazdığı şiir geldi aklıma;
“Seni seviyorum çiçeğim...
Tek aşk vatan aşkı derdim, ama bilmezdim benim vatanım senmişsin.
Umarım güneşli bir gün başka bir nefes daha güçlü üfler yüreğine aşkım ve ben çıkar giderim”
İstanbul’da camdan “nasılda güzel kar yağıyor” diyerek kışın tadını çıkaran bizler için, Doğu’da, Güneydoğu’da yaşananlar ile ilgili bildiğimiz tek gerçek aslıda film karelerinden ibaret.
Mete Yüzbaşı geliyor aklıma, Ali, Ahmet, Mehmet, Hasan, Can, Cem geliyor, binlerce genç geliyor. Hayatının baharında kaybettiğimiz binlerce genç. Hayatının baharında bedeninin yarısını kaybetmiş binlerce genç. Hala sebebini bilmediğimiz, kimsenin bize gerçek sebebini söylemediği anlamsız bir savaşta dağın başındaki barakalarda ölen binlerce genç. Öğretmenler, mühendisler, işçiler, masum bebekler. 1984 Yılındaki ilk saldırıda katledilen bebekleri hatırlayan var mı?
Bombalanan, mayınlanan topraklardaki karıncaları, böcekleri, solucanları, çiçekleri, kaplumbağaları, çiçekleri, ağaçları söylemiyorum bile. Binlerce genç, milyonlarca canlı yok oldu gitti. 1984’teki Eruh katliamının üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmiş. Otuz kış demek bu aslında. Otuz defa dökülen yapraklar, açan çiçekler demek.
Ve otuz yıl önce o günkü adı ile Apocular adlı terör örgütünün başındaki adamın “öldürün” talimatı ile öldürüldü o bebekler. Sıra sıra dizilmiş “ölü” bebekler. Kaç bebek, kaç çocuk, kaç genç, kaç genç kız öldü, öldürüldü?
“Terörün kökü kazınacak” cümlesini kaç kez duydunuz?
Geçmiş hükümetleri bir kenara koyalım, sadece şu anda iktidarda olan hükümetten kaç kez duydunuz? “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesini kaç kez duydunuz? Kaç kez sınır içi, sınır ötesi operasyon yaptık. Generaller kaç kez “bu kış bu iş bitecek” dedi? Uçaklar “bir yerleri bombalıyor” haberini kaç yüz kez izledik?
Allah aşkına ne oldu da her şeyi unuttuk birden her şeyin çözümünü 30 yıldır öldürülen çoluk çocuğun katilinde bulduk. Kanın durması bu kadar kolaydı da neden 30 yıldır yapmadık? Eğer şu andaki iktidar seçimle yeni işbaşına gelmiş bir iktidar olsaydı, bunların yoğurt yiyişi de bu, bir de bu yolu deneyelim derdim. Ama 10 yıllık bir iktidarın sonrasında onlarca tehdit, onlarca operasyonun sonrasında masaya oturma kararı alıyorsa iktidar insanın aklına şu soru geliyor; neden şimdi? Ne oldu birden?
Sihirli cümle var dudaklarda “akan kan dursun, analar ağlamasın” Bu cümle söylendiğinde herşey mübah oluyor adeta.
Masaya oturuyoruz ve masanın diğer ucunda binlerce kişinin katili var.
Pazarlık yapacağız.
Alacağımız şey “kanın durması”
Vereceğimiz şey ne? Ne vereceğiz?
Hakkari’ye yapılmayıp da Kırşehir’e yapılan ne? Şırnak’a yapılmayıp da Artvin’e yapılan ne? Türkiye’nin hemen hemen her noktasını gezmiş birisi olarak söylüyorum ki Türkiye’nin birçok ili unutulmuş, göz ardı edilmiş durumda. Sadece Güneydaoğu değil birçok bölgede mahrumiyet var. Çanakkale’de ne var? Türkiye’nin en batısında, hangi sanayi, hangi maddi imkan var? Çocuklar 20 kişilik özel sınıflarda mı okuyor, insanlar sosyal imkan olarak Almanya ile aynı seviyede mi?
Bir kez daha soruyorum ne vereceğiz?
“Ben bu hükümetin yaptıklarını beğenmiyorum”, “demokratik yolla da bu hükümeti deviremeyeceğim o nedenle hadi darbe yapalım” diyen (hatta demeyen) herkesin katillerden bile çok ceza aldığı, “başka bayrak, başka milli marş istiyorum”, “ülkeyi bölmek istiyorum” demenin demokrasi sayıldığı, sınırda kurulan mahkemeler ile suçların bir anda affedildiği, molotof atana su sıkılan bir ülkede daha ne vereceğiz?
30 yıl boyunca binlerce insanın ölüm emrini veren bir adamı müzakereci olarak masada karşımıza aldıktan sonra daha verecek ne kaldı?
İsa’nın Son Yemeği tablosundakiler gibi masaya oturanların isimleri dışında aklımızda hiç birşey kalmayacak. Ne istediğini bilmeyenler ile artık verecek bir şeyi olmayanların oturduğu masadan yine hiç birşey çıkmayacak.
Kar yağmaya devam ediyor, Mete Yüzbaşı’nın şiiri de…
“Olmadı aşkım. Adının fısıldadığı masalları fısıldayamadım nefesine. Bir varmış bir yokmuş da kaldı fısıldamam, ötesini fısıldayamadım...”