Covid-19 ile birlikte tüm dünyada olduğu gibi ekonomik ve toplumsal anlamda büyük sarsıntı yaşayan Türkiye, 2018 kur krizinin etkisini atlatamadan yakalandığı bu global krizde önemli bir dönüm noktasında. Dünyada tedarik ağı ve ticaret, özgür, demokratik ortamlara doğru yeni bir yol çizmeye hazırlanırken, tam anlamıyla krizden çıkış için 2021'i gösteren iş dünyası, Türkiye'nin yeni dünya düzeninde yer alabilmesi için serbest piyasadan vazgeçmemesi gerektiğine dikkat çekiyor.
Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği Başkanı Simone Kaslowski, Türkiye'nin mevcut tablosunu “Aslında son üç yıldır çok düşük bir büyüme patikasında ekonomi, Cumhuriyet tarihimizin ortalama büyüme oranlarının çok altındayız.
Bu yıl da ekonomide yüzde 2 oranında küçülme bekliyoruz ki pek çok kurumun çok daha kötümser tahminleri var” değerlendirmeleri ile özetlerken, Türkiye'nin, yabancı sermaye girişlerinin sınırlı kaldığı, yatırımlarını kendi tasarruflarıyla finanse ettiği bir döneme girdiğine dikkat çekti.
Negatif reel faizin içeride tasarrufu caydırıcı etki yaptığını anlatan Kaslowski ile Covid-19'un iş dünyasında yaratığı hasarı, dış politikadan ekonomideki son duruma kadar geniş bir çerçevede Türkiye gündemini konuştuk…
TOPYEKÜN DEĞİL DAĞINIK BİR TOPARLANMA
‘İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanan en büyük kriz' kabulüyle tüm dünyayı bir dönüm noktasına getiren Covid-19 için bir hasar tespit çalışması yaptığınızda, iş dünyasında ortaya çıkan tabloyu özetler misiniz?
Talebin çok hızlı ve sert gerilediği, sağlık endişelerinin her şeyin önüne geçtiği bir dönem yaşadık. Ekonomiye sağlanan destekler ile istihdamımızı büyük ölçüde koruduk, finansmana erişim devam etti. Şimdi belli bazı sektörler haricinde talepte güçlü bir geri geliş görüyoruz.
Krizin yükü küçük işletmeler ve kayıt dışı çalışan kesim için çok daha ağır. Çünkü destekler kayıtlı çalışmayı şart koşuyor. Reel kesime verilen destekler de kredi kanalıyla verildi. Orada küçük işletmeler daha dezavantajlı. Ekonomide toparlanma bazı alanlarda ve bazı kesimler için hızlı ve iyi giderken, diğerlerinde yavaş ve maliyetli olmaya devam ediyor. Topyekün değil dağınık bir toparlanma var diyebiliriz. Bu durum eşitsizlikleri de derinleştiriyor.
İFLASLAR ARTACAK
Önemli bir borç yükü ile Covid-19 krizine yakalanan işletmelerde, nakit akışındaki durgunluk ve borç yükü de düşünüldüğünde yeni bir iflas ve konkordato zinciri yaşanabilir mi?
Piyasaya verilen yüklü miktarda krediler işletmelere zaman kazandırıyor. Elbette arz ve talepte yaşanan bu büyük duruş iflas oranlarını bu yıl artıracak. Ama verilen destekler sayesinde bunun bir zincirleme etkiye dönüşmesinin önlendiğini düşünüyoruz. İcra takipleri yeniden başladı. Taşların yerine oturması için biraz daha beklemek gerekiyor.
KRİZDEN ÇIKIŞ 2021'DE
Sonbahar döneminde ortaya çıkacak tabloya dair öngörünüz ve enflasyon, büyüme gibi temel ekonomi verilerine dair tahminleriniz nedir?
Haziran ayı itibariyle talepte güçlenme var. Bundan sonra da toparlanma devam edecek. Ancak son üç yıldır ekonomi zaten çok düşük bir büyüme patikasında, Cumhuriyet tarihimizin ortalama büyüme oranlarının çok altındayız. Bu yıl yüzde 2 oranında küçülme bekliyoruz ki pek çok kurumun çok daha kötümser tahminleri var. Tam anlamıyla krizden çıkış küresel toparlanmaya bağlı olarak ancak 2021'de olacak.
UZUN VADEDE YATIRIMCI GİDER
Bu sürecin Türkiye ekonomisinde ve geleceğinde ortaya çıkardığı en büyük risk alanları hangileridir?
Türkiye, yabancı sermaye girişlerinin sınırlı kaldığı, yatırımlarını kendi tasarruflarıyla finanse ettiği bir döneme giriyor. Negatif reel faiz içeride tasarrufu caydırıcı etki yapıyor. Dışarıdan sermaye girişi yoksa ya yatırımlar sınırlı kalacak, ya da tasarrufları artırıcı faiz politikasına geçiş yapılacak.
Başka türlü ekonomik dengeyi sağlamak mümkün değil. Hem faiz hem kur aynı anda düşük tutulmaya çalışıldığında rezervlerimizde önemli miktarda düşüş oluyor. Daha fazla rezerv kaybı piyasalarda endişeye neden olabilir, kredi notumuzu etkileyebilir. İthalata vergi koyarak da cari açığı sınırlamak mümkün değil. Bu politika girdi maliyetlerini artırarak rekabet gücümüzü azaltıyor.
Rezervlerin geldiği noktada dış borcumuzu ödemekte bir zorluk şu anda görmüyoruz, IMF parasına ihtiyacımız yok. Ama serbest piyasa ilkeleriyle uyumlu politikalara ihtiyacımız var. Serbest piyasayı yönetmek ve istikrarlı tutmak kolay bir iş değil. Ama yönetemediğinizde kapatmak ya da serbestlikten vazgeçmenin maliyeti çok yüksek.
Piyasada serbestliği azalttığınızda kontrolünüz artar ve kısa vadede fayda görebilirsiniz ama uzun vadede yatırımcıyı kaybedersiniz. Serbest piyasayı güçlendirdiğimiz dönemlerde ekonomimizin sergilediği performans ortada, 1980'li ve 2000'li yılların başında ciddi atılımlar yaşadık.
Şu anda tedarik zinciri piyasa kurallarının çalışmadığı, özgürlüklerin güvence altına alınmadığı yerlerden tekrar Batı'ya kayıyor. Türkiye tedarik zincirlerinden pay almak istiyorsa serbest piyasadan asla vazgeçmemeli.
Devreye alınan düşük faizli kredi imkanlarının ekonomik toparlanmaya ne kadarlık bir katkısı olduğunu gözlemliyorsunuz? Borçlandırma temelli olarak ilerleyen bu tedbir politikalarına ve sahadaki sonuçlarına dair değerlendirmeleriniz nedir?
Hane halkı ve küçük işletmeler böyle durumlarda krediden ziyade doğrudan nakit desteği sağlanmasına ihtiyaç duyuyorlar. Dolayısıyla onlara özel programlara ihtiyaç var. Ancak unutmayalım ki kriz başladığında ekonomiye çok yüklü miktarda likiditenin çok hızlı bir şekilde verilmesi gerekiyordu. Bunun reel sektöre yönelik büyük bir kısmının bankalar üzerinden verilmesinin uygun bir yöntem olduğunu düşünüyoruz.
Ama bankaların tek başına bu yükün altına girmesi de beklenemez. Hazine garantili krediler bankacılık sektörünün bu likiditeyi sağlamasında önemli bir işlev gördü. Bu krediler özellikle KOBİ'ler için can suyu oldu ve çarkların dönmesine yardım etti. Şimdi de talep üzerinde etkili olduğunu görüyoruz. Sanayi üretimi mayısta nisana kıyasla yüzde 17 arttı. Banka ve kredi kartı harcamaları Şubat seviyelerine geri döndü.
KRİZLERE ODAKLANMAKTAN ÜRETKENLİĞE VAKİT KALMIYOR
Türkiye ekonomisinde kısa ve orta vadede bir düze çıkış bekliyor musunuz? Bu çıkış hangi hamlelerle gerçekleşebilir?
Orta ve uzun vadede politikaların nakit akışı-kredi döngüsünden çıkıp temel konulara, verimliliğe, inovasyona, dijital dönüşüme odaklanması gerekiyor. Son üç yıldır krizlere odaklanmaktan ekonomimizin üretkenliği ve rekabet gücünü tartışmaya vaktimiz kalmıyor. Hâlâ masamızda uzun bir yapılacaklar listesi var. Rekabet gücü korumacılıkla değil, kalite ile verimlilikle olur. Kalite ve verimliliğe odaklanıldığında yatırım olur, istihdam olur, ihracat olur.
BELEDİYELERİN ÇALIŞMALARI FAYDALI
Uzun bir süredir yüksek işsizlik rakamları ve yüksek enflasyon baskısı altında kalan toplumda derin bir yoksullaşma ve sosyal patlama riski öngörüyor musunuz?
Krizin etkisiyle zaten kayıt dışı kesimde verilere de yansıyan ciddi bir istihdam kaybı var. Mart ayı verisinde istihdamın 1 milyon kişi kadar azaldığını gördük. Nisan'da da bu devam etti. İstihdam destekleri durursa faydalanan herkesin işsiz kalması söz konusu değil. Çünkü ekonominin açılmasıyla birçoğu işbaşı yapmaya başladı bile. Ancak desteklerin tamamen kaldırılabileceği bir ortam henüz yok.
Turizm, taşımacılık, eğlence ve kültürel faaliyetler gibi alanlar hala kapalı sayılır. İstihdam desteklerinin bu tür sektörlerde mutlaka devam etmesi gerekiyor. Yoksulluğu önlemek için gelir kaybı yaşayan hane halkına doğrudan destekler devam etmeli. Belediyelerimizin bu amaçla yaptıkları çalışmaları da çok faydalı buluyoruz. Yoksullukla mücadelede merkezi ve yerel otoriteler işbirliğini artırarak çalışmaları yürütmeli.
BELİRSİZLİKLER YATIRIMCIYI ÜRKÜTÜYOR
TÜSİAD Üyelerinin yatırım planlarında Covid-19 nedeniyle ne tür değişimler söz konusu? Türkiye'nin yabancı sermaye akışından bu dönemde bir pay alması mümkün görünüyor mu?
Türkiye'nin yabancı sermaye akışından pay alabilmesi için yatırımcı güvenini sağlaması gerekiyor. Coğrafi konumumuz ve AB'de Gümrük Birliği içerisinde olmamız büyük avantaj. Bunun üzerine sağlıklı bir yatırım ortamını yani hukukun üstünlüğünü, adil rekabet koşullarını, bağımsız kurumlarca düzenlenen serbest piyasa ortamını koyabilirsek Türkiye bu fırsatlardan çok daha fazla faydalanacaktır.
Belirsizlikler şu anda yatırımcıları ürkütüyor. Ekonomide öngörülebilir politika çerçevesine ihtiyaç var. Son dönemde, karşılaşılan sorunları o anda çözmeye odaklanırken ekonominin kurallarını sıkça değiştiriyoruz. Belki kısa vadede sorunu çözüyoruz ama bu yatırımcı için yeterli değil. Onlar 5 yıl, 10 yıl sonrasının planlarını yapabilmek istiyorlar.
Yeni yatırımları çekmek için önce burada halihazırda yatırım yapmış olan yatırımcılara nasıl bir ortam sunduğumuz çok önemli. Yeni yatırımcılar onların deneyimlerine ve görüşlerine çok önem veriyor. Mevcut yatırımcı yatırımını artırabileceği bir ortam görmüyorsa yenilerini çekmek de zor olacaktır. Sadece doğrudan yatırımcıları da kast etmiyorum. TL varlıklarımıza finansal piyasalarda yatırım yapan yabancı yatırımcı için de bunlar geçerli.
Son dönemlerde kamu bankaları başta olmak üzere ekonominin köşe taşlarında gerçekleştirilen atamalar ile ortaya çıkan ‘liyakat' tartışmasının ve gerçeğinin, Türkiye'nin güvenirliği ve ekonominin geleceği üzerindeki etkilerine dair değerlendirmeleriniz nelerdir?
Bir ülke ekonomisine duyulan güven kurumlara ve süreçlere duyulan güvenle yakından ilgilidir. Liyakat ve profesyonel kariyere dayalı etkili bir bürokrasi, kurumlarımızın kurumsal kapasitelerinin sağlanması için elzemdir. Her düzeydeki terfi ve atamada bu ilkelerin izlenmesi gerekir. Örneğin salgın sırasında Sağlık Bilim Kurulu'nda konusunun uzmanı doktorlarımızın yönlendirmelerinden faydalanılması bu mücadeleyi başarıyla götürmemizi sağladı. Her konuda politika yapıcıların konunun uzmanlarıyla çalışması ekonomimizin başarıya ulaşması için son derece önemli.
BARO DÜZENLEMESİNİN GEREKÇESİNİ ANLAMAK ZOR
Yatırımlar açısından da büyük önem taşıyan hukukun geldiği nokta ve barolara ilişkin son tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barolar, yargının üç asli unsurundan biri olan savunmanın anayasal örgütüdür. Savunma devlet gücüne karşı bireyi korumak, doğası gereği eşitsiz olan durumu dengelemek için var. Bu önemli kurumu neredeyse tüm baroların karşı çıktığı bir şekilde düzenlemenin gerekçesini anlamak zor. Teklif sahipleri ile büyük barolar arasında başka sorunlar olduğu biliniyor ama çoklu barodaki amacın tatminkar bir açıklamasına henüz tanık olamadık.
Baroların, dayanağını anayasadan alan kamusal güçleri var. Dolayısıyla baroları yalnızca bir temsil ya da sivil toplum kuruluşu gibi görmek tartışmaları yanlış bir odağa yöneltir. Barolar hukuki destek alamayan kişi ve grupların en büyük destekçisi konumunda. Baroların bölünmesinin, bu hukuki korumayı aşındırması önemli bir risktir.
ELEŞTİRİDEN BESLENMELİYİZ
Bir süredir hukuk, özgürlük ve demokrasi tartışmalarının yaşandığı Türkiye'de, bazı medya organlarına getirilen ekran karartma kararları ve son olarak sosyal medyada kısıtlama tartışmaları gündemde büyük yer tutuyor. Türkiye'nin bu alanlardaki karnesine dair değerlendirmeleriniz nelerdir?
Türkiye'de ifade ve basın özgürlükleri geçmişten bu yana zorlanılan bir alan. Bir kez daha basının ceza örnekleriyle karşı karşıya kaldık. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kriterlerinden biri, toplumu şoke eden görüşlerin dahi ifade özgürlüğü korumasında olması. AİHM'in yargı yetkisini 1987'de tanımış, AB adayı bir ülkeyiz.
Kendine güvenen bir ülke olarak çok seslilik ve eleştiriden beslenmeyi tercih etmeliyiz. AB adaylık sürecinde geçmişte sağlanan ilerlemeyi canlandırmamız için de bu çok önemli. İfade özgürlüğünün iftira, hakaret ve şiddet çağrısı ile bağdaşmadığının altını çiziyoruz, ki hukuk zaten bu tür durumlarda devreye giriyor. Dijital dönüşümü tüm dünyanın yaşadığını, sorunların farklı ve yeni nitelikler taşıdığını unutmayalım.
Çözümleri ararken diğer ülke tecrübelerini tartışalım. Özgürlükleri koruyan, sınırlamaları ölçülü tutan bir yaklaşım sergileyelim. Bu dijital yatırım ortamının cazibesi açısından da etkileri olacak bir konu. Salgın sürecinde dijitalleşmenin nimetlerinden yararlanıldı. Düzenlemeler, milyonlarca bireyin ve işletmenin yararlandığı dijital ekosistemi geliştirici yönde tasarlanmalı.
ÇOCUK YAŞTA EVLİLİK TARTIŞMALARI ASLA VİCDANA SIĞMIYOR”
Karantina süreci ile birlikte kadına yönelik şiddet olaylarında büyük bir artış gerçekleşti. Bu noktada Türkiye'nin de imza attığı ‘İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeye yönelik açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesini imzalaması ve TBMM'de ittifakla onaylayan ilk ülke olması dünyaya örnek bir adımdır. İstanbul Sözleşmesi, Türkiye ve dünya kadınlarına verilmiş bir söz, güçlü bir taahhüt. Türkiye'nin bu sözden caymayacağına, şiddet uygulayanları cesaretlendirmeyeceğine inanıyorum. Her alanda kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olduğunu içselleştirmek gerekiyor.
Son yıllarda zaman zaman alevlenen, hatta TBMM'ye de yansıyan, çocuk yaşta evlilik tartışmaları da asla vicdana sığmıyor. Erken veya zorla evlenmeyi ve çocuk istismarını önlemek devletin ve toplumumuzun en hassas olması gereken konudur. Düzenlemelerde çocuğu koruyan anlayıştan taviz verilmemelidir.
AB HEDEFİ MODERNLEŞME TARİHİMİZİN UĞRAK NOKTASIDIR
Özellikle Libya, Doğu Akdeniz ve turizm kapılarının açılması çerçevesinde AB ile ilişkiler yeniden hareketli bir döneme girdi. AB'nin de kendi içindeki dinamikler göz önüne alındığında, Türkiye açısından birlik nasıl bir çıta oluşturuyor?
AB ile ilişkilerimiz hem içinde yaşadığımız zorlu süreç hem de son 10 yılda iki taraftan da kaynaklanan nedenlerin birikimi ile kritik bir dönemde. Türkiye Avrupa'nın vazgeçilmez bir parçası. Çıkarlarımız ve hedeflerimiz ortak. Özellikle salgın döneminde ticaretin yavaşlaması ve sınırların dolaşıma kapanmasıyla gerek ekonomik gerek turizm açısından AB'nin bizim için vazgeçilmez önemini bizzat tecrübe ettik.
AB önümüzdeki dönemde çevre ile uyumlu yeni sürdürülebilir kalkınma modeli ve dijital ekonomi için standart ve düzenlemelere hız verecek. Bu bağlamda Türkiye açısından AB entegrasyon hedefi korunurken, Gümrük Birliği'nin Avrupa Yeşil Anlaşması ve Dijital Tek Pazar ile uyumu yönünde güncellenmesi en etkili ilerleme zemini olacak. Tedarik zincirlerinin Avrupa bölgesine kaymasının tartışıldığı ve hedeflendiği bu dönemde Türkiye'nin önünde önemli bir fırsat var. AB hedefi bizim için sadece bir ekonomik pazar genişlemesi anlamına gelmiyor.
Bu hedef, 19. Yüzyılda Tanzimatla başlayan ve 20. Yüzyılda Atatürk devrimlerinin en başarılı ve dönüştürücü dönemini oluşturduğu modernleşme tarihimizin 21. Yüzyıldaki güncel uğrak noktasıdır. Türkiye transatlantik ittifakın önemli bir parçası, AB üye adayı bir ülke olarak kural temelli bir düzeni, demokratik hukuk devletini, kuvvetler ayrılığını ve özgürlükleri güvence altına alan; dış politikada diplomasiyi, diyaloğu, barışı önceleyen bir tutum içinde Avrupa'nın geleceğine katkı sağlayabilir.
AB-Türkiye arasında yaşanan karşılıklı güven sorunlarını her iki taraf da yaratıcı ve akılcı yöntemlerle aşarak işbirliğini ve yakınsamayı hedeflemeli. Gündemimiz karşılıklı yaptırımlar ve cepheleşmeler olmamalı.
İTTİFAKLARIN NİTELİĞİ ÇOK ÖNEMLİ
Libya ile imzaladığı ‘Askeri İşbirliği ve Güvenlik Anlaşması' çerçevesinde bölgedeki sürece dahil olan Türkiye'nin Libya ve Doğu Akdeniz politikasına dair değerlendirmeleriniz nelerdir?
Uluslararası sistemin ve jeopolitik dengelerin ciddi kırılmalar geçirdiği, ittifakların dönüştüğü bir dönemdeyiz. Salgın dönemi de buna daha elverişli bir ortam yarattı. Böyle kaosa dönüşmeye elverişli dönemlerde her ülkenin kendi ulusal çıkarları temelinde güvenlik politikalarını gözden geçirmesi ve zayıf yönlerini güçlendirmeye çalışması doğaldır.
Türkiye'nin de geleneksel güvenlik ve savunma ittifak ilişkilerinden kopmadan bunu takviye edici adımlar atması normaldir. Özellikle Doğu Akdeniz bölgesi jeopolitik rekabetin yoğunlaştığı bir alan olarak her ülkenin başta enerji kaynakları olmak üzere stratejik arayışlarında ön plandadır.
Diğer yandan atılan bu adımların yeni belirsizlikler ve riskler yaratmaması, yerel koşullar, rakip ülke ve ittifakların güç ve stratejilerinin doğru hesaplanması, hedeflerimizle kapasitemiz arasında uyum olması, ülkemiz içinde geniş bir uzlaşıya ve kurumsal diplomatik birikime dayanması başarısı için önkoşuldur. Bunlar başta “kurtuluş” ve “kuruluş” dönemlerimiz olmak üzere Cumhuriyet dönemi dış politikamızın süreklilik taşıyan yönleriydi.
Genel olarak Doğu Akdeniz kaynaklarının taraf ülkeler arasında karşılıklı gerilimleri değil, işbirliklerini sağlayacak hakkaniyetli bir paylaşımına yol açacak politikalar herkesin lehinedir. Karşı karşıya olduğumuz riskleri önlemek bakımından son dönemlerde geri planda kalan diplomatik yumuşak gücümüzün eskisinden daha ağırlıklı şekilde kullanımı ve sahadaki jeopolitik ittifakların niteliği çok önemli. Son olarak, Kıbrıs sorununun çözümünün de bölgesel riskleri azaltacağını dikkate almak gerek. (SÖZCÜ)